top of page

BİTKİLER ALEMİ

Bitkiler de korkuyor, acı çekiyor, hissediyor, çığlık atıyor, matematik biliyor, müzik dinliyor hatta katili tanıyorlar.




Bitkiler yeryüzündeki ilk "hareketli canlı" türü olarak evrensel bilgiye "hareketsiz canlı" dağ, taş, toprak vb. gibi varlıklardan sonra en çok sahip olan varlıklardır. Hareketsiz canlılardan da gerek besin-bilgi gerekse yeryüzünde oluşturdukları muhteşem görünmez ağ ile yaşam deneyimini yine besin-bilgi ve fiziksel ve titreşimsel temasla biz beşerlere aktaragelmiştir.


Canlılar dünyasının en önemli gruplarından biri olan bitkiler, genel olarak fotosentezle kendi besinini kendisi üretebilen, kökü, gövdesi ve yaprakları olan canlılar olarak tanımlanır. Bitkilerin yüz binlerce değişik türü vardır. Bu türlerin boyutları, ancak mikroskopla görülebilen bazı yaprakyosunları gibi çok küçük bitkilerden başlayıp, Kaliforniya’nın kıyı sekoyaları gibi yaklaşık 90 metre boyundaki dev bitkilere kadar uzanır. Bitki türleri açısından dünyanın en zengin bölgesi olan, Kuzey Kutbu ile tropik iklim kuşağı arasındaki enlemlerde 300 bin kadar bitki türünün bulunduğu sanılmaktadır.


Dünya üzerinde oldukça uzun zamandır var olan bitkiler ilk olarak Ordovisyen Dönem’de, yani 500 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır. Çağdaş bitkilerin ilk örneklerine ise Geç Silüryen Dönem’e (420 milyon yıl önce) dek rastlanmaz. Devoniyen Dönem’e, yani 360 milyon yıl önceye gelindiğinde ise, dünya üzerinde bitki âlemi büyük ormanlar halinde geniş bir yaygınlığa ulaşmıştır. Bu konudaki kişisel görüşüm ise dünyanın yaşadığı en son büyük felaketten sonraki veriler olduğundan, ilk bitki yaşamı dünyamız oluştuktan yaklaşık 500 milyon yıl sonra olışup büyük felaketlerle canlılık yeryüzünde defalarca sıfırlanmıştır.


Bitki tanımı, kapsam bakımından bugüne kadar pek çok kez değişikliğine uğramışsa da, bu tanım günümüzde ağırlıklı olarak “yeşil bitkiler” için kullanılmaktadır. Yeşil bitkiler, kapalı tohumlular (çiçekli bitkiler), açık tohumlular (koniferler), eğrelti otu, yeşil algler ve kara yosunları şubelerini kapsar. Bazı kaynaklarda, kırmızı yosunlar da bu tanıma dahil edilmiştir. Bahsi geçen bitki sınıflandırması, temel olarak iki özelliğe, damarlı dokuların ve tohumların mevcudiyetine göre yapılmaktadır.


Bitkilerin özellikleri hakkında incelenmesi gereken ilk konu, bitki hücresinin yapısı ve diğer canlı hücrelerle arasındaki yapısal farklılıklardır. Bitki ve diğer canlı hücrelerini birbirinden ayıran en temel özellik, bitki hücresinin selüloz bazlı bir hücre duvarıyla çevrilmiş olmasıdır. İkinci temel özellik ise, bitki hücresinde plastid adı verilen organellerin bulunmasıdır. Bu organellerden, klorofil adı verilen taneciklere sahip kloroplastlar, dünyadaki karbon döngüsünün en önemli basamağı olan, canlılar için gerekli organik maddelerin ve oksijenin üretildiği fotosentez reaksiyonunu gerçekleştirirler. Fotosentez, su ve karbondioksitin hammadde olarak kullanıldığı, güneş ışığı ile etkileşime giren ve sonucunda glikoz ve oksijen ürünlerinin sentezlendiği fotokimyasal bir olaydır. Klorofil yardımı ile gün ışığını enerji kaynağı olarak kullanan bitki, bir dizi kimyasal reaksiyon sonucunda şeker türevleri organik bileşikler üretir.


BİTKİLERİN BÖLÜMLERİ


Bitkiyi toprağa bağlama ve gerekli su ve mineralleri topraktan alma görevlerini gerçekleştiren kök, bazı bitki türlerinde aynı zamanda üretilen besinler için depo işlevi de görür. Kökler genel olarak kazık kök, depo kök ve saçak kök olarak sınıflandırılır. Bunlara, sömürge kök de eklenebilir. Sömürge kök; parazit bitkilerin üzerinde yaşadıkları konak bitkinin besininden faydalanmak için, konak bitkinin sürgen dokusuna doğru geliştirdikleri ince kılcallardır. Bitki gövdesi ise yapısına göre ikiye ayrılır. Yıllar boyunca yaşayan sert ve sağlam yapılı bitki gövdeleri “odunsu gövde”, mevsimlik veya bir kaç yıllık ömre sahip olan bitkilerin gövdeleri ise “otsu gövde” olarak adlandırılır. Gövdenin bir görevi alınan su ve minerallerin yapraklara ve çiçeğe iletimini sağlamak, diğer bir görevi de bitkinin yaprak, çiçek ve meyvesini taşımaktır.


Ayrıca, gövde bazı bitki türlerinde fotosentez faaliyetlerine de katılır. Fotosentez reaksiyonlarının asıl gerçekleştiği yer ise yapraklardır. Bitki, havadan aldığı karbondioksiti ve topraktan aldığı suyu kullanarak, üç aşamalı bir reaksiyon zinciri ile oksijen ve karbonhidrat üretir. Bu işlem sırasında, gün ışığının bitki tarafından kullanımına olanak veren kloroplastlar ve stroma adı verilen, karbondioksitin tüketilmek üzere bitki dokularına, oksijenin de son ürün olarak atmosfere geçişini sağlayan yapılar yapraklarda bulunur. Aynı zamanda bu yapılar, bitkinin solunum ve terleme faaliyetlerini gerçekleştirebilmesini de sağlar. Çeşitli bitki türlerinde, çok farklı yaprak morfolojilerine rastlanmasının temel nedenlerinden biri de, bahsi geçen bu faaliyetler esnasında gerçekleşen reaksiyonların ortam koşullarından etkilenmesi ve zaman içinde popülasyonları buna uygun şekilde özelleşmeye itmesidir. Çiçek ise, bitkinin üreme organıdır. Bazı yeşil bitkilerde bulunmaz.


BİTKİLERİN ÜREMESİ


Bitki dokuları, hücre bölünmesi ile büyür ve gelişir. Bu dokular sürgen doku ve gelişmiş doku olarak ikiye ayrılır. Koruyucu doku, iletim doku, destek doku ve temel doku şeklinde dört birimden oluşan gelişmiş doku, bitkinin yaşamsal faaliyetlerini yerine getirmesine olanak tanırken; sürgen doku kök, gövde ve dalları sararak bitkinin büyümesini sağlar.  Bu dokular, kendi içinde özelleşerek, bitkiyi meydana getiren ve genel olarak dört bölümde incelenen bitki organlarını oluşturur. Bunlar, kök, gövde, yapraklar ve çiçektir. Yalnızca su yosunları, kara yosunları ve ciğer otları gibi basit yapılı bitkilerde gerçek kök, gövde ve yapraklar bulunmaz. Bu organlar yerine benzer görevleri yerine getirecek şekilde özelleşmiş rizoit gibi kökümsü ve yaprağımsı başka yapılar vardır. Eğrelti otlarında ise çiçek bulunmamaktadır.


Yeşil bitkilerde çiçeğin varlığına göre üreme, eşeyli ve eşeysiz olarak iki şekilde gerçekleşir. Eşeysiz üreme bölünme, çelikleme ve sporla gerçekleşirken; eşeyli üreme basit yapılı bitkilerde hareketli spermlerle, yüksek yapılı bitkilerde ise hareketsiz spermlerin çiçeğin tozlaşması sonucu taşınmasıyla gerçekleşir. Bitkilerde üreme ve gelişmeyi etkileyen faktörler ise sıcaklık, su, ışık, karbondioksit, diğer gazlar ve minerallerin miktarıdır. Bunların yanında diğer canlıların müdahaleleri de bir etkendir.


BİTKİLERİN YETİŞME ORTAMLARI


Bitkilerin gelişiminde en önemli faktörlerden biri ortam sıcaklığıdır. Yüksek sıcaklık bitkinin su kaybını artırır ve metabolik faaliyetler için gerekli enzimleri koagüle ederek çalışmalarını engeller; bu sebeple fotosentez ve solunum faaliyetleri aksar. Düşük sıcaklık ise suyun donmasına ve bitkinin topraktaki sudan yararlanamamasına neden olur. Işığın dalga boyu, ışıklandırma süresi ve ışık şiddeti, bitki gelişimini etkileyen diğer bir faktördür. FAR (Fotosentetik Aktif Radyasyon), ışığın bitkiler tarafından kullanılabilen dalga boylarını ifade eder. Bitkiler belli dalga boylarındaki ışığı daha fazla miktarda emebilirken bazılarından az miktarda faydalanabilir, bazı dalgaların ise neredeyse hepsi yaprak yüzeyinden geri yansıtılır.


Oksijen, karbondioksit, kükürt dioksit ve etilen gibi gazlar da bitki gelişiminde rol oynar. Oksijen ve karbondioksit miktarı, solunum ve fotosentez dengesini değiştirirken; kükürt dioksit ve etilen miktarı bitki gelişiminde rol oynayan hormonların aktivitelerini etkiler. Bazı bitkiler, gelişme döneminde ve daha sonrasında bu tip dış etkenlerden kendini korumak için kendi savunma mekanizmalarını geliştirmiştir. Örneğin, kuraklık ve dondan korunmak için bazı bitkiler bunlara uygun kılıf proteinler ya da şekerler üretirler. Ayrıca, bazı bitkiler de çeşitli kokular ve salgılar salgılayarak hayvanlar, mantarlar ya da diğer bitkilerden korunurlar. Hareket kabiliyetleri oldukça kısıtlı olan bitkiler için bu salgılar, hayatta kalmaları ve türün devamlılığı açısından oldukça önem taşır.


BİTKİLERİN YAŞAMSAL ÖNEMİ


Ekolojik denge içinde bitkiler, dünya hayatının devam etmesi için doğal bir unsur olarak canlı hayatında önemli bir yere sahiptir. Bitkiler yeryüzünde yaşamın anahtarıdır. Bitkiler olmasaydı pek çok canlı organizma yaşamını sürdüremezdi; çünkü üstün yapılı yaratıklar, yaşam biçimleriyle, besinlerini doğrudan yada dolaylı olarak bitkilerden sağlarlar. Ayrıca fotosentez yaparak kendi besinlerini kendileri üreten bitkiler, oksijenli solunum yapan canlılar için de birinci derecede oksijen kaynağıdır.


Bitkiler ayrıca yeryüzündeki temel besin kaynağıdır. Bitkiler olmasaydı ne hayvanlar ne de insanlar var olabilirdi. Çünkü yeşil bitkilerin su, suda çözünmüş tuzlar ve hava gibi maddeleri, bütün öbür canlılar için gerekli olan şeker ve nişasta gibi organik bileşiklere dönüştürme yeteneği vardır (fotosentez). Bitkilerin, zengin bir besin deposu olmanın ötesinde birçok yararı vardır. Kökleriyle toprağı tutarak erozyonu (toprak kayması) önlerler. Bitkilerden yakacak, kâğıt, kereste, zamk, boya, ilaç, reçine, kauçuk, bitkisel yağlar ve dokumacılığın ham maddesi olan bitkisel lifler gibi birçok değerli ürün elde edilir. Bitkiler tarım, gıda, hayvancılık, sanayi, ticaret, endüstri gibi alanlarda insanlığın gelişmesi için hammadde olma niteliği taşır. En temel ihtiyaçların giderilmesinde, bilim ve teknolojinin gelişmesinde bitkiler insanlar için vazgeçilmezdir.


Bitkiler de korkuyor, acı çekiyor, hissediyor, çığlık atıyor, matematik biliyor, müzik dinliyor hatta katili tanıyorlar.


‘Yalan makinesi’ olarak da bilinen poligraf cihazı uzmanı Cleve Backster, 1960 yılında bilim çevrelerini allak bullak eden bir deneye imza atar. Düşünce ve duygu uyarısıyla insan gövdesindeki elektrik gerilimleri ölçen malum cihazı bitkiler üzerinde kullanmaya karar verir. Deneği ise, odasının bir köşesinde sessiz sakin oturan deve tabanıdır. Backster yalan makinasının elektrotlarını, deve tabanı bitkisinin bir yaprağına bağlar. Amacı, bitkiyi suladığında bitkinin buna herhangi bir tepki gösterip göstermeyeceğini görmektir. Sulama sırasında yalan makinesinde herhangi bir reaksiyon saptanmaz. Backster, cihazı sıçratacak kadar güçlü bir tepki elde etmenin tek yolunun, elektrotlarıyla bağlı olduğu insanın yaşamını ve mutluluğunu tehdit etmek olduğunu göz önünde bulundurur. Aynısını deve tabanına da yapmaya karar verir. 


Zavallı bitkinin yapraklarından birini, o sırada elinde tuttuğu sıcak kahve fincanına sokuverir. Cihazda yine belirgin bir tepki görünmeyince daha saldırgan bir eyleme girişir. Elektrotların bağlı olduğu yaprağı yakmayı kafasına koyar. Yakma düşüncesini kafasında canlandırmasıyla beraber cihazda bir hareketlenme belirir. Kibrit almak için odadan çıkıp geri döndüğünde ise, cihazda ani dalgalanmaların baş gösterdiğini farkeder. Yoksa deve tabanı düşüncelerini mi okuyordu?


Backster için bu deney yıllarca sürecek bir dizi araştırmanın başlangıcı olmuştu. Deneyleri kendisi tekrar tekrar yaptı, yardımcılarına yaptırdı hatta ülkenin başka yerlerindeki meslektaşlarından yardım istedi. Hepsinde sonuç benzerdi; bitkiler olumsuz düşüncelere karşı elektrotlar aracılığıyla tepki veriyordu. Bu sonuçlar Backster’in yaşama bakış açısını tamamen değiştirmişti.


Ayılıp bayılan yeşiller


Yaptığı çalışmalarda bitkilerin duygu ve düşünceleri sezme yetenekleri dışında başka özellikleri olduğunu da keşfetti. Mesela büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarında ya da zarar göreceklerini hissettiklerinde, huysuz komşu teyzeler gibi baygınlık geçiriyorlardı. Backster bu fenomeni de şu tesadüf olay sonucunda keşfetti; 


Bir gün, Kanadalı bir kadın fizyolog Backster’i ziyarete gelir. Backster misafirine deneylerinden örnekler vermek ister. Bitkilerin tepki vereceği bir dizi eylemi sıralar. Ancak bitkilerin hiçbirinde herhangi bir tepki gerçekleşmez. Sanki bayılmış gibiydiler. Kadının gözünde delirmiş bir araştırmacı konumuna düşmekten dolayı mahçup olan Backster, cihazda bir bozukluk olabileceği düşüncesiyle aygıtı gözden geçirir. Cihazda da bir problem görünmez. O anda Backster’in aklına bir soru gelir. “İşiniz, herhangi bir yönüyle bitkilere zarar veriyor mu bayan?” Kanadalı kadın şaşkın bakışlarla yanıt verir; “Evet! Üzerinde çalıştığım bitkileri öldürürüm, kuru ağırlıklarını ölçmek için bir fırında pişiririm onları!” Bitkilerin bayılma nedeni artık bellidir. Konuğun salonu terketmesinden 45 dakika sonra bitkiler kendilerine gelir ve deneylere tekrar tepki vermeye başlarlar. Backster bu örnekle de bitkilerin, insanların düşüncelerini sezdiğine artık kesinkes emin olur. 


Katili tanıyor, hafızalarında tutuyorlar


Backster bitkilerin algı yetenekleriyle ilgili daha kapsamlı deneyler de yapar. Bunlardan biri ‘suçlu kim?’ adını verdiği bir deneydi. Backster’in öğrencilerinden altısı, yapılacak deney için gönüllü olur. Bir kabın içine altı küçük kıvrılmış kağıt konulur. Kağıtlardan birinde, aynı odada bulunan bitkilerden birini kökünden sökmek, ayak altına alıp çiğnemek ve bütünüyle öldürmek şeklinde bir talimat yazılıydı. Cinayet, tamamiyle gizli işlenecekti. Yani ne Backster ne de diğer öğrenciler suçlunun kim olduğunu bilmeyeceklerdi. Suçu işleyecek olan da içeri girip kağıdı açıncaya kadar ne yapacağını kesinlikle bilmeyecekti. Çünkü kapıdan içeri şartlanmış olarak girerse bitki kişinin yaydığı korku sinyalleri saptayabilirdi ki bu da deneyi saptırabilirdi. Katili, yalnızca odada bulunan ikinci bitki bilecekti. Bu kusursuz bir cinayetti…


Deney tamamlandı. Backster bile katilin kim olduğunu bilmiyordu.  Backster odaya girdi ve sonra da teker teker deneye katılan öğrenciler içeri girdiler. Diğer beş öğrenciye hiç tepki vermeyen bitki, gerçek suçlu yanına yaklaştığı her an cihazın ibresini çılgın gibi hareket ettiriyordu. Demek ki bitkilerin sadece duygu ve düşünceleri algılama özellikleri yoktu, aynı zamanda geçmişi hatırlayan bir hafızaları da vardı.


Bitkilerle aşk bağı


Backster zaman içinde bitkilerle bakıcıları arasında bir bağ oluştuğunu da deneyimledi. Yanlarında olmadığı zaman bile, onlarla ilgili düşüncelerine cevap veriyorlardı. Örneğin bakıcısı kızarsa, bitki bunu hemen algılıyordu. Kişinin kendisine gönderdiği sevgi mesajlarını da hemen alıyorlardı. Hatta bir konferans gezisinde, daha önce yaptığı deneylerin slaytlarını gösterirken, kilometrelerce uzaktaki bürosunda bulunan bitkilerin tepki gösterdiklerini saptadı. Bir kez bir kişiyle bağlantı kurduktan sonra, bu kişi nerede ve kiminle olursa olsun, bu bağlantıyı koruyabiliyorlardı.


Ne tür bir enerji dalgasının bu bağı oluşturabileceği hakkında hiçbir fikri yoktu Backster’in. Bitkiyi kurşundan yapılmış bir kabın içine, hatta Faraday kafesi içine koyarak dış etkilerden korumaya çalıştı ama her iki perdeleme yöntemi de, bitkiyi insana bağlayan iletişim kanalını tıkamakta etkisiz kaldı.


Karides katliamına kahrolan bitkiler


Bir başka çalışmasında Beckster, canlı minik karidesleri bir çanak içinde soğuk suyun içine koydu. Altta bir başka kapta su kaynıyordu. Hazırladığı deney ortamında bir alet, bilmedikleri bir zamanda üstteki çanağı devirip karidesleri kaynar suya dökecekti. Zamanı bilmedikleri için bitkilerin Backster’in duygularını algılama olasılığı olmayacaktı. Deney bitti. Sonuçta bitkiler, kaynar suda ölen karideslere aynı anda ve güçlü olarak tepki gösterdiler. Deneyin sonuçları 1969 yılı sonunda Uluslararası Parapsikoloji Dergisi’nde yayınlandı. İnsanların vahşice öldürüldüğü savaş bölgelerinde bitkilerin ne kadar acı yaşadıklarını tahmin etmek hiç de zor değil. 


Backster bir süre sonra araştırmalarında poligraf cihazı yerine kardiyograf (kalp elektrosu) daha sonra da ensefalograf (beyin elektrosu) kullanmaya başladı. Çünkü bu aletler poligraftan çok daha duyarlıydı.


Backster’in bir radyo programını dinleyerek etkisi altında kalan ve bu konuda çalışmalara başlayan bir başka araştırmacı Pierre Paul Sauvin isimli bir elektronik uzmanı da yüzlerce deney yaptı. Geliştirdiği elektronik aygıt, Backster’in aygıtından 100 kat daha hassas kayıtlar yapan Sauvin de, deneylerin ardından şu sonuca ulaşmıştı; En iyi sonuçları özel yakınlık kurduğu bitkilerden alıyordu.


Toplama işlemi yapan kaktüs


Japonya’da Yokohama yakınlarında yaşayan elektronik mühendisi Dr. Ken Hashimoto da bu heyecan verici bitki deneylerine başlamaya karar verir. Backster’in deneylerini okuduktan sonra, akupunktur iğneleri yardımıyla kaktüs ailesinden bir bitkiyi bir poligraf aygıtına bağlar. Japon polisine yalan makinası konusunda danışmanlık da yapmakta olan Dr. Hashimoto, bitkiyle konuşup konuşamayacağını görmek ister. Polis merkezinde insanların konuşmalarını yani seslerini nasıl elektronik çizgiler haline getirebiliyorsa, sistemi tersine çevirip, grafik çizgilerini de sese dönüştürebilirdi. İlk denemeleri hüsranla sonuçlandı. Ama bitkileri çok seven karısı bayan Hashimoto, bir gün deneylerin akıbetini tersine çeviriverdi. Bayan Hashimoto bitkiye olan sevgisini dile getirdiğinde cevap gecikmedi. Çıkan titreşimler sese dönüştürüldüğünde, uzaktan gelen ince bir vızıldamaya benziyordu. Hatta zaman zaman neşeli, zaman zaman da duygulu bir şarkı gibiydi.  Bayan Hashimoto bitkileriyle öyle bir yakınlık kurdu ki, çok geçmeden bitkiye sayı saymasını ve yirmiye kadar toplama yapmasını bile öğretti. 2+2’nin kaç ettiği sorusuna kaktüsün verdiği sesli yanıtı kayıt cihazındaki grafiklere uyarladıklarında, 4 belirgin tepe noktası oluşturduğunu gördüler. Bu sonuçlar bitkilerin öğrenme zekalarının da olduğunu gösteriyordu.


Küsen, kıskanan, sevinen bitkiler


Backster ile Sauvin çalışmalarına devam ederken Kaliforniya’da Marcel Vogel isimli bir kimyager de konu üzerine eğildi. Çalışmalarından birini arkadaşı Vivian Wiley ile birlikte yaptı. Bayan Wiley evinin bahçesindeki taşkıran çiçeğinden iki yaprak kopardı. Birini yatağının yanındaki komodinin üstüne, diğerini de salona koydu. “Her sabah kalktığımda başucumdaki yaprağa bakıp onun yaşamasını diliyorum, öbürüne ise hiç ilgi göstermiyorum. Ne olacağını birlikte göreceğiz” dedi bayan Wiley. Bir ay sonra Vogel’i çağırdı ve yaprakların resmini çekmesi için fotoğraf makinasını da getirmesini istedi. Vogel gördüğüne inanamıyordu. İlgi görmeyen yaprak kararmış, buruşmuş, çürümeye başlamıştı. Her gün ilgi gören yaprak ise sanki yeni koparılmış gibi yemyeşil ve tazeydi.


Vogel bir başka deneyinde, devetabanı bitkisinin yapraklarını galvanometreye bağladı. Bitkinin önünde duruyor, tümüyle gevşemiş olarak derin soluklar alıyor ve parmaklarını bitkiye dokunurcasına yaklaştırıyordu. Aynı zamanda da bir dosta yöneltilebilecek türden sıcak duygularını bitkiye aktarmaya çalışıyordu. Her yapışında da aygıtın yazıcı ucu titreşimler kaydediyordu. Üç beş dakika sonra Vogel’in sevgi sinyalleri bitkide hiçbir harekete neden olmamaya başladı. Sanki onun çağırılarına karşı tüm enerjisini tüketmiş gibiydi. Bununla ilgili Vogel düşüncelerini şöyle açıklıyordu: “Bitkiler aşırı duyarlıdır. Çevrelerine enerji verirler, insana yarar sağlayan güçler yayarlar. Kişi, kendi güç alanına akan bu enerjiyi hissedebilir. Kişinin güç alanı da, karşılıklı olarak bitkiyi besleyebilir. Amerikan yerlileri bitkilerin bu özelliğini çok iyi bilirdi. İhtiyaç duydukça ormana gider, kollarını açıp sırtlarını çam ağaçlarına yaslar ve kendilerini ağacın gücüyle tazelerlerdi.”


Bir gün Vogel’i psikolog bir arkadaşı ziyarete gelir. Bitkilerin duygusal tepkilerini arkadaşına göstermek isteyen Vogel, arkadaşından bitkiye güçlü bir duygu göndermesini ister. Bitki, ani ve yoğun bir tepki dalgasını takiben birdenbire kabuğuna çekiliverir. Vogel arkadaşına, aklından ne geçirdiğini sorduğunda aldığı cevap ilginçtir: “Onu evimdeki deve tabanıyla karşılaştırdım ve benimkinin daha üstün olduğunu düşündüm.” Vogel’in devetabanı küsmüştü. Gerçekten de 15 gün süreyle bitki somurttu durdu. Bu örnek bitkilerde de kıskançlık olduğunu kanıtlar nitelikte.


Çığlık atan arpa filizi


1970 yılının ekim ayında Rusya’da çıkan Pravda gazetesinden bir yazı, bitkilerin çığlıklarına yer veriyordu. Yazının başlığı “bitkiler konuşuyor, hatta çığlık atıyorlar”dı. Pravda gazetesi muhabirlerinden Chertkov, Moskova Tarım Bilimleri Akademisi’nde şahit olduğu bir deneyi şöyle anlatıyordu: “Bitkilerin başlarına gelenlere boyun eğip, acılara sessizce katlanır sanıp, görünüşlerine aldanıyoruz. Arpa filizi kökleri sıcak suya daldırıldığında, bağırdı, ağladı… Bitkilerin sesi, ancak özel ve son derece duyarlı bir elektronik aygıtla kaydediliyordu, bu doğru. Yine de geniş kağıt şerit üzerindeki dipsiz gözyaşı ırmağı apaçık görülüyordu. Yazıcı uç çıldırmış gibi titriyor ve arpa filizinin ölüm acısını kağıda döküyordu. Oysa bu sırada minik bitkiye bakanların, onun neler çektiğin kestirmeleri olanaksızdı.”


Bir başka çalışmada, bitkilerin tümüyle mantıklı hareket ettiklerine değiniyordu. “Bitki, kendisine verilen suyun hepsini gövdeye indirmiyor, saatte yalnız iki dakika içiyor, ve su gereksinimini bilinçli bir şekilde düzenlemiş oluyor.”


Sovyet bilim adamı Alexander Gurvich, bitkilerin gözle görülmeyen bir ışıma yaydıklarını keşfetti. Gurvich, insanlar üzerinde yaptığı deneylerde onların da bu ışınları yaydığını, ama hastalık durumunda ışınların değişime uğradığını gördü. Hasta bir insanın, bir maya kültürünü birkaç dakika elinde tutması maya hücrelerini öldürmeye yetiyordu.


Bitkilerle uykuda iletişim


İki Sovyet bilim adamı Pushkin ve Fetisov, hipnozla uyutulan kişilerin daha süptil dalgalar yayabilecekleri ve bitkilerle daha iyi anlaşacakları varsayımından yola çıkarak, Tanya adlı yardımcılarını hipnotize ettiler. Tanya’ya “dünyanın en güzel kızı” olduğunu söylediler. Bir bitkiye bağlı kayıt kalemi, kızın sevincine aşırı tepki verdi. Sonra kıza çok üşüdüğünü söylediler, kız titrerken bitki yine güçlü bir tepki verdi. Tanya isimli yardımcılarına, birden ona kadar bir sayı tutmalarını istediler. Tanya sayıyı açıklamayacaktı ve her soruya “hayır” diye cevap verecekti. Araştırmacılar birden ona kadar yavaş yavaş saymaya başladılar. Her sayıdan sonra duruyorlar ve tuttuğu sayının bu olup olmadığını soruyorlardı. Tanya da her soruya kesin bir “hayır” ile cevap veriyordu. Beş sayısına gelindiğinde Tanya’nın kesin “hayır” cevabına rağmen bitkinin tepki gösterdiği gözlendi. Gerçekten de Tanya’nın tuttuğu sayı beşti.


İşkenceciyi tanıyorlar


Bitkilerin belleği olup olmadığını araştıran Backster’in deneyinin bir benzeri de yine Rusya’da yapıldı. Şahsın birine bir sardunya çiçeği verilir. O da çiçeğe olabildiğince kötü davranır; hatta işkence eder. Çimdikler, yapraklarını koparır, gövdesine, dallarına, yapraklarına iğneler batırır, asit damlatır, kibritle yakar ve köklerini keser. Bir başka adam ise aynı sardunyaya candan bir yakınlık gösterir. Yaralarını sarar, dallarına sık sık su püskürtür, toprağını havalandırır. Bitkinin yaprağına elektrotlar bağlanıp deney başladığında, işkenceci adam bitkiye yaklaştığında kaydedici alet çılgına döner. Bitkinin korkup dehşete düştüğü apaçık ortadadır. Elinden gelse kendini pencereden aşağı atacak ya da işkencecinin üzerine saldıracak gibidir. Kötü adamın odadan çıkıp iyi adamın içeri girmesinin üzerinden saniyeler geçmeden sardunya yatışır. Dalgalanmalar söner. Bu deney de gösterir ki bitkilerin bir belleği var ve izlenimlerini uzun süre saklayabiliyorlar.


Eli açık mısırlar


Sovyet bilim adamları, çalışmaları sonunda bitkiler arasındaki dayanışmayı da ortaya çıkardılar. Sulanmış bir bitki, bir yolunu bulup susuz kalmış komşusuyla paylaşıyordu suyunu. Cam bir kaba dikilen mısır, haftalarca susuz bırakılmasına rağmen ölmedi, çevresinde bulunan ve normal koşullar altında tutulan diğer mısırlar kadar sağlıklı kaldı. Sovyet botanikçilere göre, sağlıklı bitkiler bir yolunu bulup kavanozdaki tutsağa su aktarıyordu. Bunun nasıl gerçekleştiğinin cevabını  vermek ise henüz olanaksız. Muhtemelen suyu buharlaştırarak cam içindeki mısıra aktarıyorlardı.


Bernard Shaw’ı şoke eden havuç


1850’lerde Hindistan’ın Kalküta şehrinde doğan ve yaptığı çalışmalarla sonradan Sir ünvanı kazanan Jagadis Chandra Bose’nin de bitkilerle yaptığı sayısız çalışma var. Bu çalışmalardan birinde, bitkisinin, tüm hareketleri durduğu anda, hayvanlardaki ölüm kasılmasını hatırlatan biçimde titrediğini görür. Ölüm anında bitkiden büyük bir elektrik gücü fışkırmıştır. Bunun ardından “Beş yüz bezelye beşyüz volt üretebilir” der Bose. Bu gerilim bir aşçıyı kül etmeye yeter.


Bose’nin çalışmalarını izleyen bir gazeteci, bir İngiliz gazetesine şunları yazar: “Masanın üzerinde, beceriksiz bir cerrahın kestiği zavallı bir havuç yatmaktadır. İki ince tüp havucun gövdesine gömülü vaziyettedir. Sivri bir maşayla sıkıştırıldığında ürpermektedir havuç. Acısından kaynaklanan elektrik akımı, birtakım devrelerden geçerek abartılı bir şekilde karşıdaki ekrana ışık olarak düşmektedir. Böylece bilim, havuç gibi vurdumduymaz bir sebzenin bile duygularını açığa çıkarabilmektedir. Etyemez olan ve canlıların kesilip biçilmesine karşı çıkan George Bernard Shaw, Bose’nin laboratuvarındaki büyütücülerden biri aracılığıyla, haşlanan bir lahana yaprağının ölüm sırasında geçirdiği şiddetli nöbetlere tanık olduktan sonra büyük bir şaşkınlık dönemi geçirmiştir.”


Bitkilerin de bir müzik zevki var


Bitkilerin gelişmesinde müziğin nasıl bir rolü olduğu da araştırıldı. Aynı şartlar sağlanmış iki seraya mısır ve soya fasulyesi ekildi. Seralardan birine küçük bir pikap yerleştirilip günde 24 saat Gershwin’in Mavi Rapsodi adlı bestesi çalındı. Müzikli seradaki tohumlar, sessiz seradakilerden daha erken filizlendiler.


Bir başka deneyde, bir grup bitkiye tekdüze ve aralıksız sekiz saat fa sesi verildi. Diğer gruba ise kesik kesik ve belli zamanlarda fa sesi verildi. Birinci gruptaki bitkiler iki hafta sonunda tamamen öldüler. Diğer grup ise halen canlılığını koruyordu.


İki öğrenci kabaklar üzerinde sekiz haftalık bir deney yaptılar. Birinci gruba rock müzik, ikincisine klasik müzik çalınıyordu. Rock müzik çalan gruptaki kabaklar, müziğin aksi istikamete kaçar gibiydiler. Klasik müzik dinleyen grup ise neredeyse hoparlörle sarmaş dolaş olacaklardı. Daha da ilginci, rock müzikle uyarılan bitkiler, klasik müzik dinleyenlere nazaran daha fazla su tüketmişlerdi.


Bir başka çalışmada, bitkiler vurmalı çalgılarla çalınan müziğe tepki gösterirken, yaylı çalgılara eğilim içindeydiler. Bir araştırmacı da klasik müzik ile doğu müziğini karşılaştırmak istedi. Sonuçta, klasik müziğe ilgi çok fazla olmuştu ama Ravi Shankar’ın sitarla çaldığı müziğe gösterdikleri tepki bunun bile ötesindeydi. Hint müziğinin kaynağına ulaşabilmek için öylesine çabalıyorlardı ki bitkiler, neredeyse yere yatacaklardı.


“Yaşlılık ve ruh sağlığı” kitabının yazarı Myrna J. Lewis, Rusya’ya yaptığı bir seyahatte, Karadeniz’deki Soçi kentinde birkaç sanatoryuma götürülür. Bu sanatoryumlarda çeşitli rahatsızlıkları olan yaşlı hastalar, ilaçla tedavi yerine, seralardaki bitkilerin titreşimleriyle tedavi edilmektedir. Çiçeklerin yanına götürülen hastalar belirli bir süre burada oturtulmakta, bu çiçekleri koklamaları, sevmeleri istenmektedir.


Ağaçlar enerjimizi yükseltir mi?


Usta Arayıcı diye ün yapan Wilhelm de Boer, parmaklarının arasında gevşekçe tuttuğu arama çubuğu ile çeşitli deneyler yapar. Özellikle ağaçların ve insanların çevrelerine yaydıkları enerji alanlarını yani auralarını ölçer. Büyük bir meşe ağacının enerji alanı 5-6 metreye kadar yayılmaktadır.  Ağaç küçüldükçe alan da daralıyor. Koca bir meşeden gelen enerji insanın ışısının (aurasının) gücünü de geçici olarak arttırmaktadır. Bunu bir deneyle de ispatlamıştır. Doktor Zaboj Harvalik’in ışısı, başlangıçta 3 metreye ulaşıyordu. Büyük bir meşe ağacını iki dakika kucakladıktan sonra bu alanın genişliği iki katına çıkmıştır. Ağaçların ve özellikle meşe ağacının gövdesine bir süre sarılmak adeti, bilindiği gibi çok eskilere dayanır.


Neşeyle verilen suyun hikmeti


Montreal’de McGill Üniversitesinde araştırma biyokimyacısı olan Dr. Bernard Grad da şöyle bir deney yaptı. Macar asıllı şifacı Oskar Estebany’nin yarım saat elleri arasında tuttuğu su ile sulanan bitki tohumları, normal suyla sulananlara oranla daha çabuk büyüdü.


Peki aynı yöntemle Estebany’nin dışındaki kişilerden nasıl sonuç alınabilirdi? Enstitüde çok sayıda hasta arasından depresif nevroz tepkileri gösteren 26 yaşında bir kadınla, psikoz depresyonu olan 37 yaşında bir beyi seçti Dr. Bernard Grad. Ayrıca, psikiyatrik açıdan normal olan 52 yaşında bir hastadan da yararlanacaktır. Seçilenlerin üçü de, içinde maden tuzu çözeltisi bulunan kapalı şişeleri tuttular. Normal kişinin elinde tuttuğu su çözeltisiyle sulanan bitkiler, hem psikiyatrik hastalarınkine hem de hiç işlem görmeyen, karşılaştırma bitkilerine nazaran daha hızlı büyüdüler. Psikozlu hastanın bitkisi en yavaş büyüyendi. Nevrozlu hastanın bitkisi ise, Dr. Grad’ın beklediğinin aksine, karşılaştırma bitkilerinden biraz daha hızlı büyüyordu. Nedenine gelince… Psikozlu hasta, kapalı şişe eline verilince hiçbir tepki göstermemişti. Oysa nevrozlu kadın, hemen nedenini sormuş, konuyu öğrenince de ilgi göstermiş ve Dr. Grad’ın ifadesiyle “daha neşeli” bir havaya girmişti. Ayrıca kadının şişeyi, bir annenin bebeğini kucaklaması gibi sevecenlikle tuttuğunu gözlemlemişti. Önemli olan kadının hastalığının genel gidişi değil, şişeyi tuttuğu sıradaki ruhsal durumuydu. Bazı ülkelerde mandıralarda çalışan kadınların aybaşı dönemlerinde peynir yapılan bölmelere sokulmadığını, çünkü böyle zamanlarda bakteri kültürleri üzerinde olumsuz etkileri olduğuna inanıldığını hatırladı Dr. Grad.


Akıl hastasının suyu bitkilere iyi gelmedi


Dr. Grad ikinci deneyde bitkileri kullandı. Ekilen arpa tohumlarının bir bölümü Estebany’nin elinde tuttuğu kaplardaki suyla sulanırken, diğerleri normal suyla sulanıyordu. Deney sonunda, Estebany’nin elinde tuttuğu kaplardan sulanan tohumlar daha iri bitkiler vermiş, diğerleri normal boyda kalmışlardı. Estebany’nin suya kimyasal madde karıştırmış olabileceği düşünülerek ikinci deneyde mühürlenmiş laboratuvar şişeleri kullanıldı, ama sonuç yine değişmedi. Dr. Grad bir başka deneyde de psikiyatrik olarak normal sayılan bir kişinin tuttuğu suyla, bir akıl hastasının tuttuğu suyun farklı sonuçlar doğurduğunu tespit etmişti. Normal kişinin tuttuğu kaptaki suyla sulanan bitkiler, akıl hastasının suladığı bitkilerden daha kaliteliydi.


O dikenlere ihtiyacınız yok


Bazı İngiliz araştırmacıları ise, toplanacaklarını ya da turşu yapılacaklarını anlayan domateslerin korkudan komaya girdiklerini kanıtlamışlardı. Amerikalı kimyager Marcel Vogel bir karaağaçtan kopardığı üç yaprağı bir cam tabağın içine yerleştirdi. Her gün kahvaltıdan evvel bir dakika süreyle iki yaprağa bakıyor ve yaşamlarını sürdürmelerini telkin ediyordu. Üçüncü yaprağı ise sürekli ihmal ediyordu. Sonunda ilk iki yaprak yeşil kalırken üçüncüsü kurudu. Dahası, ilk iki yapraktaki ağaçtan koparılma izleri de iyileşmişti. Bu, eylem halindeki psişik enerjiydi. Luther Burbank, telkin yoluyla dikenli kaktüslerin dikensiz hale getirilebileceğini keşfetti. Kaktüslere “Korkulacak bir şey yok, bu dikenlere ihtiyacınız yok, ben sizi koruyacağım” diyerek telkinde bulunuyordu. Burbank aynı yolla hiç çiçek açmayan bitkileri bile çiçek açar hale getirmişti.




47 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Ametist

hediye-karti.png

Sevdiklerini Mutlu Etmenin

Şimdi Tam Zamanı

İhtiyacın Olan Şey

Kendine Bir İyilik Yapmak

bottom of page